VE SON TREN KALKIYOR HAYDARPAŞA'DAN...



İstanbul'a giris kapısı
Ayrılanların ve kavuşanların mekanı..
Haydarpaşa göz yaşı, hıçkırıklar göz yaşına karışır.
Ya da kahkahalar duyulur inceden...
Ya yalnız dönülür, ya da sevgiliyle...
Umut, heyecan, hüzün gibi bir çok duygunun mekansal anlatımını barındıran Haydarpaşa gerçeğin ta kendisi aslında...
.............
Haydarpaşa Garı'nın denize bakan merdivenlerini, banliyö trenlerine koşuşturan insanlarını özleyeceğiz.
Ha bir de vapur düdüklerine  karışan tren seslerini...Sadece biz değil, bi de güvercinler...


Yeşilçam filmlerinde köyden gelenlerin ellerinde bavullarıyla Haydarpaşa Garı'nın merdivenlerinden iniş sahnesi, şaşkın şaşkın etraflarına bakınışları yaşayacak hafızalarda..
***
Bir simit, bir çay ve deniz aslında özetler her şeyi...
***
Tarih olmamalı, tarihi kalmalı Haydarpaşa,
Umarım yıllar öncesinden beri konuşulagelen projeye kurban gitmez...
***

''Haydarpaşa Garı'nda
1941 baharında
saat on beş.
Merdivenlerin üstünde güneş
       yorgunluk ve telâş
Bir adam
      merdivenlerde duruyor
bir şeyler düşünerek.
Zayıf.
Korkak.''


Ah Nazım ah! Sen yıllar önce çözmüşsün meseleyi...

ON AYGIR GÜCÜNDEYİM


Burası Gaziantep, yine kar var dışarıda. Karlı bir şehir değildi aslında burası, havanın bile ne olacağı belli değil artık.
Gaziantep' te yağış şekli yağmurdur desem, bana 1 haftalığına yatıya gelmiş misafirimi nasıl inandırırım ?
Dün eridi, gitti dedik, gece sanki duymuş ta, istiyoruz sanmış yağmış. Ben balkonumdaki karla yine kardan adam yaparım, yine kartopu oynarım oğlumla. O kadar da çok...Sokağa çıkmama gerek yok.
Ama artık kar topu oynamak istemiyorum. Ayrıca oğlumun da aklına gelmiyor dışarıdaki  karın ebesinin  süsü...Karın tadını bol bol çıkardık. Biz artık güneşimizi istiyoruz....

Gaziantep'i  üç kelimeyle anlatmak istesem, yapabilir miyim acaba?
Nedir bu türkçenin kalıp cümlelerinde biri:
Kendinizi , 3 kelime ile ifade eder misiniz, şehrinizi 3 kelime ile tanımlar mısınız? Neden 3?
 Bir kelimenin arkasına sığınan bir sürü kelime var farkında mısınız? Ayrıca herkesin doğrusu kendine doğrudur hesabına da girersek, zor iştir üç kelime ile ifade etmek bir şehri. Gelin şunu 3 cümle yapalım.
Baklavası va antep fıstığı ile ünlüdür
Çok güzel parkları vardır.
Patlıcan kebabı Gaziantep'e özgüdür.
Oldu mu? Somut verilerle konuşmalı o zaman diyeceksiniz. Ama onda bile ikiyi zor tuturuyoruz.Sivaslılar çıkıyor diyor ki: patlıcan kebabı bizim, İskenderunlular da ne diyor biliyor musunuz?
-Siz park görmemişsiniz.
O zaman nüfusunu, yüzölçümünü, tarımsal toprak oranını çıkarıp mı verelim yani, bu ne?Üç kelimeyle ifade etmek ne demek?
Bir erkeğe yöneltelim soruyu?
'' Kendinizi 3 kelime ile tanımlar mısınız?''
Zenginim, 185 cm im, yakışıklıyım.(Onlar için basit bir soru,mega bir cevap)
İlk ikisini anladık, bırak ta üçüncüye biz  karar verelim:)
Kadına gelelim, aynı soruya sizce bir kadın 3 kelimeyle cevap verebilir mi?
Kadın bir şehirdir. Hem de sadece bir değil, bir dolu şehirdir kadın.Bir şehri tanımlarken 3 kelimeyle anlatmak bu kadar zor iken, bir kadını tanımlarken kelimeler dans eder, yan gelir yatar bazen, ya da uçuşur havalara, fışkırır doruklara kimi zaman, kimi zaman göz yaşları yetişir imdadına, ya da kahkahalarla savrulur kelimeler yürekten, veyahut, gözyaşları kahkalara karışır, kelimelerin ifadesi yok olur, yüreğinin çığlıklarını, gözler anlatıverir.Sen şimdi kadına sorabilir misin bu soruyu? Sıkıysa sor. Rahat bir koltuk bul, yanına da kahveni al...Hızlı içme. Yavaş...Daha yavaş...
Biz yine  başka erkeğe soralım da biraz eğlenelim,
Ne cevaplar gelebilir? Üç cümle değil, gerçekten de 3 kelime ile bitirirler işi.
Örnek:
''Dürüstüm, romantiğim, eğlenceliyim''
Yalan,yalan,yalan...
Onlar zaten hep  mikrofonlara konuşurlar: ''Kendim gibi dürüst birisini arıyorum''
???
Bir başka matematik problemine göz atalım.
''on(1) aygır (2) gücündeyim (3)''
İşte bu, bakınız: 3 kelime...Fazlası yok, ifadenin gücüne bakın, anlatım, 3 kelime ile ifade edilirken, yoğun olarak kullanılan tuza bibere bakın. Biz kadınlar, bu malzemelerin içine simit(ince bulgur) ve salça katar, köfte yaparız.Yanına da ayran eder içeriz. Akşama da mide ağrısı çekeriz.
.....................
Ah kar. Sen yağarken, ben de bunları yazıverdim. Oğlum diyor ki;
-Anneee, ben artık karı sevmiyorum.
Yine iğrenç günümdeyim. ''Karı'' esprisini öğretiyorum ona...
-Nasıl evlendireceğiz seni peki?
-''Karı'' demiyorum, kar kar ...
deyip, pencereden dışarıyı gösteriyor. Düşünceli gözlerle bana bakıyor. Ama inanın hiç bir şey düşünmüyor, sadece öyle görünüyor.
Hayatın gerçeklerini bir kez daha hatırlatıyor oğlumun ifadesi bol ama, yüzeysel cevabı....
Ben bu yazıyı yazarken çok eğlendim. Umarım enerjimi sizlere de aktarabilmişimdir efenim...
En kısa zamanda görüşmek üzere...



ERKEK AKLI, KADIN HAKLI

Hayata bir kere geliyoruz, onda da ağlayacak değiliz. Blogum tam gaz sulu bazlı yayına devam edecek, 3 gün önce kuralları ihlal gerekçesiyle blogumun kaldırıldığı maili geldi bana. Anlatamam ne kadar üzüldüğümü, yapabileceğim tek şey vardı, Yanıtladım, Nedenini anlayamadığımı yazdım.'' yazılarımı gönderin lütfen'' dedim. Açıkçası ne olduğunu anlayamamıştım.Eklediğim site araç gereçlerinden birisinin virüsü mü sıçradı, yoksa yasaklı sitelerden birisinden mi widget ekledim diye düşünmedim değil.
Akşama bir baktım bana şöyle bir mail gelmiş arkadaşlar:
Merhaba, blogunuzla ilgili başvurunuzu aldık. İnceleme sonucunda, blogunuzun yanlışlıkla otomatik sistemimiz tarafından hizmet şartlarını ihlal ediyor olarak işaretlendiğini belirledik ve blogunuzu eski durumuna getirdik. İncelemeyi tamamlarken göstermiş olduğunuz sabır için teşekkür ediyoruz.

Başınıza gelebilir. Bir yanlışlık olabilir.Hemen pes etmeyin.
Şincik;... bir filmden bahsedeceğim sizlere, eğlenmek istiyorsanız izleyin,
hüzünlenmeyi seviyorsanız, aramaya gerek yok, o bizi zaten gelip bulur...
2009'da  gösterimde olan bu filmi, izleyenler vardır elbet.
Bir erkek bir kadına ‘‘nasılsın’’ diyorsa, altında ne yatıyordur bu sorunun?
Çok merak ediyorsanız ‘‘The ugly truth’’ u izleyin.Türkçe adı: Kadın aklı,erkek aklı. Çok eğlendim izlerken açıkçası, romantik komediyi sevenlere duyurulur. Tv programı yapımcısı Abby adlı bir kadının reytinglerinde düşüş olunca, yardımına işe yeni alınmış yakışıklı Mike koşar.
Mike bol bol ipucu veriyor erkekler hakkında. Düşündüm de, erkekler bu kadar kötü olabilir mi?
Filme göre;
Kadınların hayalindeki erkek profili:
1-Sevdiği kadınla, romantik bir akşam yemeğini her şeyin üstünde tutmalıdır.
2-Çok kibar ve ince olmalıdır.
3-Kadının düşüncelerine önem vermelidir.
4-Romantik olmalıdır.
5-Nasılsın lafının altında kötü emeller olmamalıdır.
6-Senden başka kimseyi kadın olarak görmemelidir. Diğer tüm kadınlara bir ağabey, kardeş olmalıdır.
7-Seni güzel olduğun için sevmemelidir.
8-Yatarken dişlerini fırçalamalıdır.
9-Senin üstün yanların olduğunu fark edince, ezici bir rakip gibi davranmamalıdır.

Şimdi gelelim filmden öğrendiğimiz kadarıyla, bir erkeği cebe atmanın yollarına;
1- Kadın güzel olmalı,
2-Rahat değil, şık giyinmeli,
3-Kontrol manyağı olmamalı
4-Erkeklerin anlattıklarını ilgiyle dinliyor gibi yapıp, kahkahalar savurmalı.
5-İki ruhlu olmalı: azize ve fahişe ruhlu.
6-Keşfedilmemeli.

Erkeklerin kadınlar hakkındaki düşüncelerine,  bakış açılarına gelince;
Onu da artık izleyiver sevgili okur...

KADINLARA


Hayatın hızına ayak uydurmalısın, bir yerlerde beklersen geç kalacaksın,
Hızlı gitmeyi becermelisin, çekip gitmeyi bilmelisin gerekirse,
kimseye eyvallahın olmamalı, sabır gereklidir ama fazlası zarar olan zararlılardandır.
Seni seviyorum  demek kadar kolay olmalı gidişin, güçlü, kendinden emin olmalısın, elindeki güller güzel kokmalı, solmadan değiştir bir yenisiyle.
Bir bara gidip içebilmelisin tek başına, kalıplarının dışına çıkmalısın, üzerine yapıştırılmış kadınlık kalıbından çık artık, bir pastayı kalıptan çıkarır gibi, çıkar üzerindeki kalıbı, fırlat at artık, her şey seni bulacak, istediğin tüm şeyler, yüzündeki o hiç sevmediğin çizgiler yok olacak, kalıbın içinde kırıştın kaldın. Bırak artık o kalıpla gezmeyi, kendini kısıtlama, özgür ol, ruhunu özgür bırak. Dinle o birbirine karışan dünya ezgilerini...
Hayatın hızına ayak uydur, belki yarın yoksun, yapamadığın her şeyi yap, sevgiyi ara, kaybettiğin altın kolyeyi aramakla vakit kaybetme. Dağıt duygularını, tüm duygularını tanı, onlardan çekinme, dünyayı gez, filmdeki başrol sensin, bir film çevirdiğini düşün, kendini özel hisset, hep yapmak istediğin ama yapamadığın şeyleri erteleme artık. Senin o çok değerlinin istediği bir şey var ya, onu da erteleme, ne olur ne olmaz.
Senin şarkın hangisi? Bir film çeviriyorsun ve bu şarkı olacak senin film müziğin. Sık sık dinle, cebe indir dinle, arabada dinle, bütünleş şarkınla, bulutların üzerinde hisset kendini, Hayatın gerçekleri seni korkutmuyorsa, rüyaların da korkutmasın seni,
yaşa duygularını,
engelleme beynini,
kasma kalbini,
espri oluşsun beyninde, bir yüzü buruşuğun senin gününü zehir etmesine izin verme.
Hayatın kontrolünü eline al,
sen aç sen kapa romanının yapraklarını,
senaryosunu yaz filminin,
şarkı sözlerini yaz hayatının...
Bir bisiklete bin git kilometrelerce,
bir denize gir çıkar mayonu, çıplak yüz,
aniden işini gücünü bırak, yurt dışına çıkmaya karar ver,
bu kadar özgür düşünmeyi öğrenmezsen, sorun mu olur?
Evet olur maalesef... Kaçırdığın şeylerin farkında bile olmazsın.
Çok fazla takılma her şeye,
iyi bir yanını  bul eleştirdiklerinin.
Mesela kocana ‘sert olma’ eleştirisinden vazgeç. 15 santim önemli olan. Gerisini boşver... J

PEPEEE

Kızım Pepe hayranı, ben de, kızım Pepe'yi izlerken kızımı  izliyorum. Pepe izlerken  yemeğini kolayca yedirebiliyorum Ece'min.
Videoya bakın  ama, ne kadar tatlı, doğruyu söylemek gerekirse, ben bile bayılıyorum.Bebelerimiz nasıl sevmesin ki, bu şirin Pepe'yi, kız kardeşi Bebeyi, 'Pöpööööö' diye bağıran dedeyi...

KALBİM ''İSTANBUL, İSTANBUL''DİYE ÇARPARKEN

Bu nasıl bir şanstır anlayamadım ki! Ben İstanbul'u seviyorum, ben bu şehirde olmak istiyorum, ama havalar bana inat kötüye gidiyor...
Burası Gaziantep. 3 gün önce bol bol kar yağdı.Pazar günü İstanbul uçak seferleri iptal edildi. Ve yarın akşam kısmet olursa ben de uçacağım diye düşünürken, kahrolası hava durumu bana yamuk yapıyor, ve Çarşamba akşamı yoğn kar yağışı haberleri kalbimi buzdan parçalara ayırıyor. Olacak iş değil.
Ama ben tüm olumlu enerjiyi çekeceğim ve İstanbul'a gideceğim, göreceksiniz. Ertesi gün de İstanbul'dan yazacağım.
Olumlu düşünüyorum.Hava durumu ne derse desin, ben havanın güzel olacağına inanıyorum yarın akşam. Buzdan parçalara ayrılan kalbim, güneşin ışınlarıyla ısınacak ısınacak, ateşim İstanbul'u da etkisi altına alacak. Ta ki ben dönene kadar:) Sonra yağsın kar, gülümsesin kardan adam, ama şimdi erisin gitsin balkonumda yaptığım kardan adam...
Tüm Gaziantep'ten İstanbul'a gidecek yolculara bol şans diliyorum.
Daha fazla yazmayacağım.
Perşembe görüşürüz...

NEDEN MİSİ?

Eşimin en sevdiği meyve üzümdür. Üzüm mevsimi gelince, hele o yeşil üzümler piyasaya düşünce, eşimin ağzı sulanmaya başlar, hiç beklemeden alır. Ve ne hikmetse, oğlumun da çok sevdiği bir meyvedir üzüm.
Bana gelince; çok sevdiğimi söyleyemem.
Yıllar önce bir tatil sabahı, annem bana çok solgun göründüğümü ve muhtemelen kansız olduğumu söylemişti. O zamanlar bir üniversiteliydim. Tatil günü evime gelmiştim.Annem, kansızlık için bol bol üzüm yemem gerektiğini söylediğinde, önce omuz silkmiştim.Haftasonu tatilinden sonra yurda dönünce, kendimi gerçekten kötü hissettim. İ
ştah açan manavlar olur ya hani, yeşilin, sarının, kırmızının her tonu vardır, taze taze kokar meyveler sebzeler. İşte öyle bir manavdan, salkım salkım üzümü alıp, yurda döndüm. Bir güzel yıkadıktan sonra, tabağa koydum.Ranzanın üst katındaki yatağıma geçtim. Üzüm yemeye koyuldum. Yedikçe şişiyor, şişsem de yemeye devam ediyordum. Sonunda bir poşet dolusu üzümü bitirdim. O hafta her gün yiyeceğimi düşünerek almıştım o üzümleri. Hesabıma göre bir hafta düzenli yersem, kan yapacaktı. Ama 1 sene boyunca düzenli yemedim:)
''Misi'' kelimesi; hep hoşuma gitmiştir.  Kızımın adını koyarken, Misi'nin ne anlama  geldiğini de araştırmıştım. Sonra öğrendim ki, 'Misi' bir köy adı imiş.Orhaneli-Bursa Yolu üzerinde eski bir Rum Köyü olup, üzümü ve bir zamanlar şarabı ile ünlü imiş.Bu sebeple, bir zamanlar,meşhur Misi üzümü ve Misi şarabı varmış.
...............
Trakyadan Anadoluya geçen altı kavimden biri olan Mysiler burada "Misyalılar" olarak bilinen bir birlik kurmuşlar, bu kavim dünya tarihinde ilk kez batıdan doğuya göç eden kavimmiş.
Görmek istediğim yerlere bir yenisi eklendi...
Ben adını, eşim de tadını sevdiğine göre, ''Bayan Misi'' olsun dedim bloğumun adı.

TAVUK SUYUNA...

Tavuk kelimesi öncelikle  babaannemi getiriyor aklıma. Arkasından, tavukları, bahçeli evindeki avluya toplayıp, yem verirken; kız kardeşimle benim de babaannem gibi, tavuklara ''gelin'' işareti yaparak çağırdığımız yıllar öncesinden o kare geliveriyor.
Sonra o leziz tadı geliyor aklıma, yıllar öncesinden kalma o doğal  tavuk tadı....
Daha sonra da yumurtası geliyor. Yine babaannemin tavuklarının yumurtlayıp yumurtlamadığını kontrol ederken, ürken kız kardeşimin arkamdan gelişi geliyor aklıma.
Sonra da tavuk suyu geliyor...
................... 
Tavuk suyuna çorbası geliyor annemin, biz hasta iken daha çok yaptığı, bol limonlu, domatesli, içmeye doyum olmayan anne çorbasıdır tavuk suyu çorbası.
Tavuk suyuna pilavın yanında yenen tavuk,  bir başka güzel kokar, hele bir de nohut varsa pilavda, bir başkadır pirinç pilavı.
.............................................
Tavuk suyuna demişken; misafirliğe gideriz ya hani, karışıktır konuşmalar misafircilik oynarken... Kimin ne konuştuğu bilinmez o kalabalık toplantılarda. Tarifler alınır, ev sahibinin yaptığı ''yufkalı tavuk  böreği '' nefistir. Tarifi herkes alır ve evinde dener. Beğenirse, dostlarına kesinlikle yapar.
.........
Dostumuz olan  o insanlarla toplandığımızda ise unutulmayan:  tavuk suyudur....
Tavuk suyunun yararları saymakla bitmez. Gribin ilacıdır,eklem ağrılarını hafifletir, öksürüğü azaltır, vücut kırgınlığını geçirir, gerçek dostlarımız da tavuk suyu gibi bizim ilacımızdır.
Tavuk suyunu oluşturan vitamindir her bir arkadaş, her biri ayrı renktir, her biri ayrı güzel. Tavuk suyunun muazzam tadını oluştururlar farkında olmadan. Çünkü onlar sıkı dosttur. Yılların eskitemediği dostlukları demlendikçe, tavuk suyunun  kokusuna benzer dostlukları. Kokuyu duyan yanaşır ama, kimse giremez bu dostların sofrasına. Onlar emek vermiştir, birbirlerini test etmiş ve  mutludurlar, Ne vakitleri ne mecalleri vardır bir başkasını test etmeye...
.............................................
Ha bir de; tavuk suyunu, bebeği olan bazı anneler de çok sever. Örneğin ben...
Tavuk suyuna pirinç çorbası, tavuk suyuna tarhana, tavuk suyuna balık çorbası, tavuk suyuna bulgur pilavı, tavuk sulu sebze çorbası...
Ve bebek te alışır bu tada,  sever hatta.
Tabi ki, ''tavuk suyuna balık'' istisnası hariç :)... 

SABAHIN SESSİZLİĞİNİ BOZAN BİRİ KÜÇÜK DİĞERİ BÜYÜK İKİ ADAM


Bir ülkede küçük bir kral yaşarmış. Bu kralın çok büyük bir düşmanı varmış.Ejderha Dragon. Küçük Kral, bir gün onunla savaşmayı kafasına koymuş, askerlerinden savaş elbiselerini ve en güçlü savaş eşyalarını getirmelerini emretmiş. ve hazırmış.
Aslında bu kral, başka ülkede yaşayan Stella adlı bir prensese aşıkmış. Ejderha Dragon da Stellaya aşıkmış. O nedenle 'aramızdaki çekişme kanlı bitecek' demiş  Ejderha Dragon.
Bu masal, bildiğiniz masallardan değil. Bu masalın yazarı benim kocamdır. Oyuncuları ise kocam, oğlum ve ben.
Biri küçük diğeri büyük adam, sabahın sessizliğini işte böyle bozdular. Stella benim. Küçük Kral beni, Ejderha Dragondan kurtarmaya çalışıyor. Bütün bunlar, uyuyan 'ben'i çekiştirerek ve baba oğulun aralarında gerçekten kapışma ile biten macerası şekline dönüşüyor.Oğlum(Kerem) ağlamaya başlıyor.Çünkü ben uyanıp, oyuna dahil oluyorum. Gözümü açıyorum ve Dragon'a sarılıyorum.
Bu masal çok gerçek. Küçük Kral'ımı üzmüyorum tabi. En son doğru yolu buluyorum. Kralıma sarılıyorum.

MİZAHİ DÜŞÜNEBİLME SANATI

Her yeni gün, denge yeniden kurulur, kişi olumlu bakıyorsa hayata, terazisi  ağır basar. İstediklerinin olduğunu farkeder. Ama eğer olumsuzsa, denge çizgisinin çok yukarılarında kalır kişi.Ağır basan başka biri vardır. Onun mutluluğu çevresindekileri rahatsız eder.

İçlerinde kötülük olmayan, merhametle donanmış bir insan kitlesinden bahsedeceğim size; Karıncayı incitmeyen bu insanlar, sık sık havanın ne kadar güzel olduğunu söylerler, çevresindekilere iltifat ederler, yüzleri hep güler, selam vermeden geçmezler, haksızlığa da gelemezler, yardıma ihtiyacı olan insanların yanındadırlar, böyle bir insan olmak onun için kolaydır, çünkü O zaten budur.
Aslında farkındadırlar. Türünün son örnekleri olduğunu düşünürler. Kendileri gibi bir insan ararlar. Buldular mı da klik olurlar.Sufizm kokan sohbetler başlar,Hayatı rengarenk yaşayabilen bu insanların çevresinde, nedense çok seveni olmaz.  Çünkü mutludurlar. Sorunları yoktur, farklıdırlar. Ve mizahı çok derinlerinde saklar, mizahi düşünürler.
Bunu başarmak. çok az insanın meziyetidir. Çoğu insan bu olamaz, olmaya çalışsa da ertesi gün kendi kimliğine geri döner. Mizacında mizah yoktur çünkü. Haset vardır, kıskançlık vardır. Bu duygulardan arınmaya çalışmayı bir kenara bırakın, kendilerinin farkında bile değillerdir. Aynaya bakmak akıllarına gelmez...
Kötülük kazanmaz maalesef. Terazinin tepesindedirler ama hayatın dibine çökerler. Ve sonra adaletsiz düzenden bahsederler.
................
Zenginlik önce içimizdedir. Herkes, ama yaşayan herkes bu meziyete sahip olabilse idi eğer; terazi dengede kalabilirdi....

BİZ MUTLUYDUK



Biz mutluyduk
Çok uzaklarda bi yerlerde mutluyduk.
Çocuktuk.
Oyuncaklarımıza bir yenisi eklenince havalara uçardık.
Biz mutluyduk.
Çamurdan adamlar yaparken toprağa su döküp,
Baloncuklar çıkarırken, köpüklü sudan,
Limon ağacından limon koparıp dilimleyince
Ve onu da tuzlayınca
Biz mutlu olurduk.
Şurup kutularına karpuz suyu koyup, buzluğa atar, eskimo yapardık,
Mutlu olurduk.
Ailece oturup, kış akşamlarında, televizyon başında
Babamıza matematik problemlerimizi sorarken
Biz mutluyduk.
Sabahları, o annemizin elleriyle yaptığı reçelleri kaşıklayıp, bir dilim ekmek üzerine sürdüğümüz tereyağına akıtırken mutluyduk biz.
***
O tereyağı dondu mu ne?
O reçel şekerlendi mi, akmıyor?
Gözlerimiz donuk,
Yüreklerimiz umutsuz,
Hissiz, korkulu, sıkıntılı...
***
Canımızın istediğini yapmaya kalksak, bakıyoruz ki sıkılmışız, ateşler basıyor, çekip gidesimiz geliyor, çabuk bıkıyoruz eğleneceğimizi sandığımız her şeyden...
***
Rahat değiliz,
Bastırılmışız ,
Konuşamıyoruz,
Geçmişi özlüyoruz,
Geleceği kabullenmiyoruz,
Yaşlanmaktan korkuyoruz,
Zamanı durduramıyoruz,
Çaresiziz.
***
Şimdi mutlu olma sırası kuzularımızda. Gelecek geçmiş bilmeden, her uyandıklarında 1 yaş daha büyüdüm mü deyip,evet cevabını duyunca havalara uçan, hayatın bir sillesini daha yerken bizler, reçelleri tereyağına akıtıp ağızlarına götüren onlar artık.
Köpüklerden balonlar yapıp patlatırlarken, zevkten çığlık çığlığa bağıran bebişlerimiz; ne mutlu sizlere...
Aslında sizsiniz bizim olmak istediğimiz.Ama heyhat,nerde bizde o yürek?
Bizler uçan balonumuz ne zaman söner edasıyla, bir tedirginlikle, ya da, bitmesini bekleyerek yaşıyor çoğumuz hayatı.

PAMUK PRENSES'İN SAKLI HÜZNÜ

Oğluma, ‘Pamuk Prenses masalını anlatırken, yüzündeki ifadenin değiştiğini, gözlerinin kısıldığını, dudaklarının büzüldüğünü fark ettim.
Çünkü bu hikayenin en başında hüzün var, ölüm var. Neden kendime anlatmadan ona anlattım diye sorguluyorum kendimi oğlumun tepkisine karşılık…
Pamuk Prenses mutlu biten bir hikaye, ama mutlu başlamıyor, hiç dikkat ettiniz mi? Bu masalı çok kez dinledik, çocuklara ne mesaj verdiğimizi hiç fark etmeden anlattık çok defa. Belki de çocukluğumuza gidince en net hatırladığımız şey bu masaldır.
***
Hayatımızın içindeydi bu masal, en güzel kıyafetlerimizi giyindiğimizde, biz kızlar, kendimizi pamuk prensesle özdeşleştirirdik, beyaz atlı prensimizin bizi beklediğini düşünürdük bi yerlerde. Kötü insanların da olduğunu öğretti hayat bize. Bu düşüncelerin özünde hep bu masal vardı.
Bu masal, ben anne olduktan sonra ışıltısını yitirdi, sebep; anne olmam. Sebep; oğluma anlatmaya başladığım zaman, ‘pamuk prensesin annesi ölmüş, kral başka bir kadınla evlenmiş’ cümlelerinin 4 yaşındaki bir çocuk tarafından tepkili karşılanması. Bunu söylediğim anda, oğlumun ‘Neden‘ demesi ağlamaklı bir sesle, büzük dudakla, kısık gözlerle…
***
Neden biz hep sonlarla ilgilendik?
Hep kendimizi sonlarda bulduk, hep sonlara yaklaştırdık yaşantılarımızı;
Ya başlar, en başlar?
Pamuk Prenses, başında mutlu muydu, hiç mutlu olmuş muydu? Bebekken annesi ölmüştü, annesini tanımamıştı, bir kötü kraliçe vardı onu öldürmeye çalışan, ve babasının karısıydı bu kötü kadın. Pamuk prensesin ruhu pamuktan olmalıydı, öyle olmalıydı, babasının mutluluğu içindi belki itirazsız çekip gidişi, avcının ölmemesi içindi belki kadere boyun eğişi…
***
Bizim çocuklarımız mı bizim gibi değil, yoksa biz mi o dönemleri hatırlamıyoruz? Yoksa biz de mi o dönemde başlarla ilgileniyorduk?
Tartışılır!
Tartışılmayan bir gerçek var ki, en başlardaki hüzün ağacını hep en sonda yaşanan bir mutluluk tablosunun arasına gizlemişiz. Küçücük yaşlarımızda, en sonunda mutlu olmaktır önemli olan mesajını vermişler bize. Atalarımız bile ‘son gülen iyi güler’ demiş.
***
Hiçbirimizin mutluluğu seçme şansı yok belki ama, çocuklarımıza anlatacağımız hikayeleri seçme şansımız var. Mutlu başlasın ve mutlu bitsin her hikaye, ağacın baharda filizlenen dallarını, mutluluk tablosunun içinde aramayalım, bakar bakmaz görüverelim, tablodan fışkırsın tüm dallar.
Çocuklarımız, dinlerken mutlu olsunlar, hem başında, hem sonunda.Kahkahaları çınlasın bol bol.
***
Yaşam, hüzün ağaçlarını serpiştirecek bir gün gelince mutluluk tablosunun arasına, belki gizleyecek, belki de fışkıracak kuru yapraklı dallar tablodan…
Masallarda, saklı olan hüzündür, ama gerçek hayatta mutluluktur saklı olan…

Pamuk Prensesin Saklı Hüznü

Pamuk Prenses’in Saklı Hüznü
Oğluma, ‘Pamuk Prenses masalını anlatırken, yüzündeki ifadenin değiştiğini, gözlerinin kısıldığını, dudaklarının büzüldüğünü fark ettim.
Çünkü bu hikayenin en başında hüzün var, ölüm var. Neden kendime anlatmadan ona anlattım diye sorguluyorum kendimi oğlumun tepkisine karşılık…
Pamuk Prenses mutlu biten bir hikaye, ama mutlu başlamıyor, hiç dikkat ettiniz mi? Bu masalı çok kez dinledik, çocuklara ne mesaj verdiğimizi hiç fark etmeden anlattık çok defa. Belki de çocukluğumuza gidince en net hatırladığımız şey bu masaldır.
***
Hayatımızın içindeydi bu masal, en güzel kıyafetlerimizi giyindiğimizde, biz kızlar, kendimizi pamuk prensesle özdeşleştirirdik, beyaz atlı prensimizin bizi beklediğini düşünürdük bi yerlerde. Kötü insanların da olduğunu öğretti hayat bize. Bu düşüncelerin özünde hep bu masal vardı.
Bu masal, ben anne olduktan sonra ışıltısını yitirdi, sebep; anne olmam. Sebep; oğluma anlatmaya başladığım zaman, ‘pamuk prensesin annesi ölmüş, kral başka bir kadınla evlenmiş’ cümlelerinin 4 yaşındaki bir çocuk tarafından tepkili karşılanması. Bunu söylediğim anda, oğlumun ‘Neden‘ demesi ağlamaklı bir sesle, büzük dudakla, kısık gözlerle…
***
Neden biz hep sonlarla ilgilendik?
Hep kendimizi sonlarda bulduk, hep sonlara yaklaştırdık yaşantılarımızı;
Ya başlar, en başlar?
Pamuk Prenses, başında mutlu muydu, hiç mutlu olmuş muydu? Bebekken annesi ölmüştü, annesini tanımamıştı, bir kötü kraliçe vardı onu öldürmeye çalışan, ve babasının karısıydı bu kötü kadın. Pamuk prensesin ruhu pamuktan olmalıydı, öyle olmalıydı, babasının mutluluğu içindi belki itirazsız çekip gidişi, avcının ölmemesi içindi belki kadere boyun eğişi…
***
Bizim çocuklarımız mı bizim gibi değil, yoksa biz mi o dönemleri hatırlamıyoruz? Yoksa biz de mi o dönemde başlarla ilgileniyorduk?
Tartışılır!
Tartışılmayan bir gerçek var ki, en başlardaki hüzün ağacını hep en sonda yaşanan bir mutluluk tablosunun arasına gizlemişiz. Küçücük yaşlarımızda, en sonunda mutlu olmaktır önemli olan mesajını vermişler bize. Atalarımız bile ‘son gülen iyi güler’ demiş.
***
Hiçbirimizin mutluluğu seçme şansı yok belki ama, çocuklarımıza anlatacağımız hikayeleri seçme şansımız var. Mutlu başlasın ve mutlu bitsin her hikaye, ağacın baharda filizlenen dallarını, mutluluk tablosunun içinde aramayalım, bakar bakmaz görüverelim, tablodan fışkırsın tüm dallar.
Çocuklarımız, dinlerken mutlu olsunlar, hem başında, hem sonunda.Kahkahaları çınlasın bol bol.
***
Yaşam, hüzün ağaçlarını serpiştirecek bir gün gelince mutluluk tablosunun arasına, belki gizleyecek, belki de fışkıracak kuru yapraklı dallar tablodan…
Masallarda, saklı olan hüzündür, ama gerçek hayatta mutluluktur saklı olan…

DEFNE



‘aa, Defne’ye ne olmuş, kuyruğu niye beyazlaşmış’
’benim saçlarım niye beyazlaşıyorsa’
‘Sen yaşlanıyorsun’
‘Defne de yaşlanmış’
………………
Defne bize bırakıldığı gün çok sağlıklıydı. Pırıltılı turuncu rengi, ve o ani dönüşleriyle, bu sıkıcı yaz gününde, stresimi üzerimden aldığı kesin. Ama sadece 1 gün. O da ilk geldiği gün.
Defne, arkadaşımın tatile çıkmadan önce, bana emanet ettiği, o küçük fanusunda coşkuyla dönen bir balık(tı).
Çok ta gönüllü değildim ona bakmaya, çünkü hayvan sevgisiyle dolup taşan bir yanım olmadığı ve daha önce hiç balık beslemediğim için, onu bir kenarda unutmaktan korkuyordum.
Unutmaktan korkma korkum yüzünden aklımdan çıkmadı Defne. Her sabah, arkadaşımın dediği şekilde yemini veriyordum. Hatta belki gece acıkır diye akşam da veriyordum. Arkadaşım, iki günde bir suyunu değiştirebileceğimi söylemişti. Bense her gün değiştiriyordum.Defne beni,sorumluluk sahibi bir balık bakıcısı yapmıştı.Ama sadece bu.Her sabah suyunu değiştirmek,sabah ve akşam 1 tane yem bırakmak.3 dakikamı almıyordu hepsi.
6 gün geçmişti aradan. Öğleden sonra telim çaldı. Arayan arkadaşımdı. Kızı Defne, balığını merak etmiş.2 gün sonra döneceklermiş.’Defne iyi, merak etmeyin’ dedim. Telefonu kapadıktan sonra, içim rahatladı.2 gün sonra özgürlüğüme kavuşacaktım.
Biraz Defne’yi izlemeye koyuldum. O da ne? Defne çok solgun bir turuncu renge dönüşmüştü, üstelik ilk günkü gibi hareketli değildi, kendini zor taşıyormuş gibi bir hali vardı.
Ben arkadaşımla konuştuktan sonra mı olmuştu her şey?
Hayır…
Sadece ben fark edememiştim.

Telefonum çaldı. Arayan kız kardeşimdi. Ona Defne’den söz etmiştim. Benimle epey bir kafa bulmuştu. Şimdi de onun kötü göründüğünden bahsetmiştim. Bana suyu çok değiştirmememi ve çok fazla yem atmamam gerektiğini söyledi. Bense, şaşkın bir ifade ile dinledim onu.
.Onunla ilgilendiğimi düşünüyordum. Ama Defneye şöyle bir bakmak aklıma gelmemişti.

Ve Defne o akşam öldü.
Ertesi gün eşimle Defneye çok benzeyen bir balık aldık, aynısı değildi. Dikkatli bakınca kuyruğu ele veriyordu çakma Defne olduğunu. Kuyruğunda hafif bir beyazlık vardı.
Arkadaşımı aradım. Defne’nin öldüğünü söyledim sıkılarak. Yeni bir balık aldığımızı da ekledim. Tepkisi tahminimden daha farklı oldu, epey bir güldü. Sonra beklediğim cevabı verdi:’Ne gerek vardı’
2 gün sonra kapı çaldı. Gelen Defne ve babasıydı. Defne heyecanla salona daldı. Cam fanusa iyice yaklaşarak sordu
‘'Aaaaa, Defne’ye ne olmuş, kuyruğu niye beyazlaşmış?’'