BAĞIMSIZ RUHUMU SEVİYORUM

Bana bi şeyler oluyor. Yazmak istemiyorum bu aralar. Sebep: bilinmezlik. Ne olacağı belli olmayan bir geleceğe adım atıyorum. Önümü göremesem de, kendimi çok kararlı görüyorum.
Ben zaten hep böyleydim. Ani kararlar, cesur çıkışlarla dolu hayatım. O nedenle çok dalgalı ve heyecan verici bir gelecek çizdiriyor bana şahdamarım...
Seviyorum kendimi, doğru olmayı, dürüst olmayı, gerekse de yalaka olmamayı, mutlu değilsem çekip gidebilmeyi, bağımsız ruhumu, özgüvenimi, kimsenin yaklaşmaya cesaret edemediği düşünceleri sonuna kadar savunabilecek kapasitemi seviyorum. Bir gruba dahil olmayı değil, kişi olmayı seviyorum.
Hayatlarını değiştiremeyecek kadar korkak, sistemin bir parçası olmak için yanlışları gördüğü halde savunan bir sürü insan sürüsünden kopuk yaşadığım için seviyorum kendimi.
Kendimi özel buluyorum. Bu kadar basit.
Yüce rabbime de şükrediyorum, böyle bir anne ve babaya sahip olduğum için, beni 'sevgi'yle büyütmüşler ve ben de hep güvenmeyi seçmişim. Zaman zaman görmemişim kötülükleri. Belki de bazen zararlı çıkmışım. Bana her güleni dost sanmışım. Maalesef bu kötü huyum devam ediyor.
Ama biliyorum ki en son kazanan yine ben olacağım.

DOĞRUYU SAVUNMAKTAN KORKMAYIN

     
        Evrensel doğruları savunmaktan neden korkarız?
Hepimizin kendimizi inandığımız ve güvendiğimiz yaşam alanları olduğu kadar kendimize inancımızın az olduğu aslında güvenmediğimiz yaşam alanları vardır. Kimimiz akedemik yaşamda kendimizi daha rahat hissederken kimimiz dış görünüşümüze güveniriz. Peki nedir bu kendine güven meselesi, kendime güveniyorum demek ne demektir ? Kişinin kendine güvenmesi, kendisi hakkında pozitif ve gerçekci bir inanca sahip olmasıdır.Bir kişi gerçekten kendine güveniyorsa kendi yaşamının üzerinde denetim sahibi olduğunu hisseder. Bu denetim duygusu, kişinin her alanda kusursuz olacağı, her beklentiyi gerçekleştireceği anlamına gelmez hatta güvenli olan kişi, hata ve yanlış yapsa bile kendilerini olduğu gibi kabul ederek kendileri hakkında pozitif düşünmeye devam ederler. Ancak güven problemi olan insanlar, aynı tutarlı ve huzurlu duyguyu yaşayamazlar. Genellikle kendine güveni olmayan kişilerin kendileri hakkındaki düşünceleri başkalarından alacakları onaya bağlıdır. O nedenle çoğunluk gibi düşünmeleri gerektiğini düşünürler.  Bu yüzden yaşam karşısında risk almaktan kaçınırlar. Güvenli bir kişi ise kendilerine olumlu ya da olumsuz geri bildirim yapılsa bile başka insanların onayına ihtiyaç duymadan evrensel doğruları savunabilir ve kendi kendine kaldığı zamanlarda  kendisi ve yaptıkları ile huzurlu ve barış içinde olmayı başarır.
Güven duygusu çocukluğun ilk dönemlerinde ebeveynlerin davranışları ile şekillenmektedir. Ebeveynlerin her ikisinin ya da birinin eleştirel yaklaşımı, mükkemeliyetçi yapısı gereğinden fazla korumacı kaygılı dolayısı ile engelleyeci ve baskıcı olduğunda çocuklar değersizlik başarısızlık duygusu geliştirerek yetersiz oldukları duygusuna kapılabilirler. Güvenli bir davranış geliştiren çocukların ailelerinin daha çok destekleyici, onaylayan ve hatalar kaarşısında yardım eden bir yapıda olduğu görülmektedir. Böylelikle çocuklar kendilerini olduğu gibi kabul ederek ''sevmeyi '' öğrenirler, hatalar yanlışlar karşısında sevilmeyeceği onaylanmayacağı duygusuna kapılmazlar.  Yapılan araştırmalar kendisine güvenmeyen insanların en az kendine güvenen insanlar kadar yetenekli, becerikli olduklarını göstermektedir. Dolayısı ile kendisine güvenmeyen kişi yetersiz değildir ancak yetersiz olduğunu hissettiği bir çevrede yetişmiştir.
Bu yetersizlik duygusu genellikle aile içerisinde ebeveynlerin tutumu ile şekillenir ebeveynlerin çocuğa yönelik olarak gerçek dışı beklentileri vardır ancak çocuk bu beklentileri karşılayamaz karşılayamadıkça aileden eleştiri alır ve sevilmediğine inanır sevilmenin ve ilgi görmenin tek yolu çok iyi olmak ya da çok başarılı olabilmektir. Ailenin beklentilerini karşılayamayan çocuk kendisi ile ilgili negatif zihinsel şemalar geliştirir ve bunlar yaşla birlikte artarak çoğalır. Yetişkinlik döneminde ise artık kişinin zihninde gerçek dışı olumsuz şemalar zihinsel inanışlar şekillenmiştir.
Örneğin En tipik yıkıcı inançlardan biri 'Herkes beni sevmeli ve onaylamalı'dır. Oysaki böyle bir durum söz konusu bile değildir bu mantığa uymayan gerçek dışı ulaşılamaz bir amaçtır. Bu inanışta olan kişi hayatının denetimini başkalarının onayına bırakır ki bu da oldukça sağlıksız yaşam deneyimlerini beraberinde getirir.
Bu olumsuz inanışlar kişinin farkında olmadan zihninde dolaşır ve yaşamını etkiler. Ancak bir de kişiyi olumsuz etkileyen olumsuz düşünce kalıpları vardır ki bunlar kültürün ya da kişinin içinde yaşadığı toplumun etkisi ile kişilere empoze edilerek hayat yükünü arttırmaya katkıda bulunurlar. Bu durum, kişinin kendisine olan güvenini yıkarak, kişiyi, stres veren yaşam olaylarına karşı daha savunmasız hale getirmektedir. Bu insanların yaptıkları ve düşünceleri arasında koca bir uçurum olunca, genel olarak kendi yapamadıklarını yapabilen insanlara karşı;
                                            Genellemeler- olumsuz bir bakış açısı ile davranıp tanımamaya çalışmak,
Etiketlemek-Kişiyi olmadığı, ama görmek istediği şekilde fişlemek.  Gerçeği görmemize engel olur.
Duygularını, gerçekliğini değerlendirmeden kabullenmek- çevrenin ya da başkalarının etkisi altından kalarak gerçek dışı olan duygulara öyle olmadığı halde inanmak
Kişi o anki duygularını gerçek bir olgu olarak algılar ve buna inanır.

Çocukluk döneminde ailemizin ya da çevremizin bize olan etkisini kontrol edebilmemiz mümkün değildir. Gençlik döneminde arkadaşların etkisi artar ailemizinki azalır, onların düşünceleri zihnimizi şekillendirmeye devam eder. Daha ileriki yıllarda bizi etkileyen çevre yaşam koşulları hakkında daha bilinçli oluruz ve kendi yaşamımıza şekil vermeye başlarız. Dolayısı ile kendimizi olumsuz hissetmemize sebep olan kişi durum ya da ortamlardan uzak durmayı deneyerek daha olumlu deneyimler yaşamayı ve sağlıklı ilişkiler edinmeyi deneyebiliriz.
Kendine güvenen insan yaşantılara açık insandır, değişimden korkmaz.





OOH LA LA (MİM)

MUTLULUK BAZEN ULAŞILMAYANDIR
Kuulumsu'm ve Biricit'ciğim beni mimlemişler.
Aslında bir sürü biriken mim konusu var, ama bu konuda (mutluluğun resmi) yazmak çok cazip geldi. Hemen yazmaya koyuldum.
Önce mutluluğun tanımını yapmak istiyorum. Nedir mutluluk? Bir annenin kolları mı? Bebeklerini koklamak, doya doya öpmek midir mutluluk? Ya da aşkının boynuna sarılmak mı? Düşünmeden yazıyorum bunları, önce anaç sonra aşık bir kadınım ben, evet şimdi farkettim. Aslında önce özgür olduğumu düşünüyodum ama? İlk önce benim yüreğimden kopan cümleler bunlar olduğuna göre, özgürlük, üçüncü sıradaymış.
Benim mutluluğum, çocuklarım öncelikle. Annelik sonra...Onların evde olduğunu bilmek, onları uyutmak, yedirmek, onlarla oynamak, bazen ilgilenemeyince vicdan yapmak, kollarıma alıp, öpmek, öpmek, öpmek...
Sonra kocamla beraberken, ona bakıp, ilk tanıştığım günü düşünmek ve ona daha da bağlanmak, yanımda olduğunu bilmek, onun yanında şımarık bir kız çocuğu olmak, bana aşık bir adamın kusurlarımı görmezden gelebildiğini görmek, sen beni kandırmadın, ben inanmayı seçtim diyen gözleriyle, her yaptığımı tatlı görmesi, o var diye rengarenk görebilmek hayatı, imgelemimde renkli bir gelecek oluşturmak onunla...
Mutluluk aşktır, sevgidir, güzelliktir.
..........................
 Mutluluk İSTANBUL,mutluluk: kardeşinle telefon sohbeti, kardeşlerinin varlığı, mutluluk sevdiğin bir arkadaşınla kahve muhabbeti yapmak, mutluluk tatil yapıp kafanı dinlemek, mutluluk seni mutsuz eden her bir şeyden uzaklaşabilmek ve bunu yapabildiğin için kendinle gurur duymaktır.
İşte şimdi mutluluğun resimleri geliyor:)

Ve bağlıyorum. Bazen mutluluk ulaşılmayandır. İstanbuldur mutluluk. Sevdiklerinle İstanbul'da buluşmaktır. Orada anaç olmaktır, orada aşık olmaya devam etmektir ya da bir kez daha aşık olmaktır sevdiğin adama. İstanbul'u çok daha yakından izlemektir ama;
 O'nunla, çocuklarınla, annenle...
Bütün mutlulukları toplayıp, İstanbul'a götürmektir hepisini:)
Çok şey mi istiyorum kocacım????
mimlenenler:

AMA; İLK OLARAK BABAMLA EVLENDİN

Kerem beni yine güldürdü. Babasıyla az önce dışarıdan geldiler. Baktım, ben söylemeden pijamalarını giyindi ve yatağa girdi. Ellerini yıkamamış, dişlerini fırçalamamış. Hadi hemen kalk, elini yıka, dişini fırçala, sonra ben de sana bir fıkra anlatayım dedim. Tamam diyerek yatağından fırladı. O ellerini yıkarken, ben onun yatağına uzanmıştım bile.Cebime gelen günün fıkrasını anlatmaya başladım:

Bir grup kaplumbağa pikniğe gitmeye karar vermişler. Bunlar böreklerini almışlar, koyulmuşlar yola... Piknik yerine gitmeleri de 1 yıl sürmüş. Kaplumbağalar da tuz olmadan yaşayamazlarmış yolda giderken bütün tuzu bitirmişler.1 yıl geçmış sonunda piknik yerine ulaşmışlar neyse böreklerini açmışlar bir bakmışlar ki; tuzları bitmiş. Elbette tuzsuz yaşayamazlar, kim gitsin derken en yaşlıları gitse gelene kadar ölür en iyisi "en gencimiz gitsin" demişler. Genç kaplumbağa da kabul etmiş ama "bir şartım var" demiş:
- Ben gidip gelene kadar kimse bu börekleri yemeyecek.
Herkes kabul etmiş.
Genç kaplumbağa gitmiş. Aradan 6 ay geçmiş yaşlı kaplumbağa ölmek üzereymiş, herkes "sen ye yaşlısın ölüceksin." demiş.
O :
- Hayır söz verdim gelene kadar yemiyecem.
1 senenin dolmasına cok az kalmış ki yaşlı kaplumbağa dayanamamış tam elini böreğe uzatmış çalıların arasından genç kaplumbağa çıkmış:
-Yaa ! Demek ki gitseydim börekleri yiyecekmişsin...

Epey bir güldü. Daha sonra sorular sordu, cevaplar verdim. Soruları hep sayısaldı. Kendimi sınavda gibi hissettim.
-20 yıl kaç gün eder?
-2000 saat kaç gün eder?
-1000 gün kaç saat eder?
Şu aralar gün ve saat kavramlarına takılmış oğlum... En son baktım, böyle olmayacak, ben yattıkça soru geliyo, cevaplamasan bi türlü, cevaplasan ayrı bi türlü, sorularına yuvarlak cevaplar verdim.1 yıl 365 gün ise, 20 yıl 20 çarpı 365 gün eder dedim mesela...
Sonra - Hadi ben kalkayım dedim, yoksa uyumayacak, sohbet koyu.
Giderken
-Aşkımmm,  sen bana ilk anne diyen insansın dedim. O da şöyle cevap verdi:
_Ama, ilk olarak babamla evlendin.