PAZARTESİ GÜNLERİ GÜLMEK İÇİN BİR NEDEN

Pazar sabahı başlayıp, pazartesi akşamı biten sendroma PAZARTESİ SENDROMU denir. Maalesef bu olgu haftanın 2 gününü yer ve bitirir. Geriye kalır 5 gün... Hafta sonumuzun 1 günü de böyle gider.Kalan tatil 1 gündür...Adına pazartesi dediğimiz gün, hafta sonu gibi kutsal bir zaman dilimiyle hafta içi gibi yüzleşilmesi zor bir zaman dilimini birbirine bağlayan, katıştıran, geçiştiren gün olmasından aldığı güçle, böyle bir sendrom yaratır. Hafta sonu kendine bol bol zaman ayıran, ancak yine de sevgilisine, arkadaşlarına, ailesine, eğlenceye, dinlenceye doyamayan birey, pazartesi geldi mi bir anda sorumlulukları, zorunlulukları ile yüz yüze kalır ki; işte bu geçiş, sendromu yaratan ve pazartesinin adını kötüye çıkaran kör noktanın ta kendisidir.
Bunun bir başka boyutu, hayatımız boyunca böyle devam edecek olmasıdır, bu da sadece insani koşullarla çalışıyorsanız geçerlidir.  Hafta sonu ve geç saatlere kadar çalışılması halinde daha bile korkunçlaşabilir.
Pazartesi, 5 çalışma gününün ilkidir ve hafta sonuna  5 gün uzaklıktadır. Bu Pazartesileri gülmek için bir neden olabilir mi dersiniz?

Burada mısınız?

Uzun zaman oldu yazmıyorum.
Ama çok merak ettiğim dostlarım var. Kuulumsu kadın, biricit,1800 lerde yaşayan kabarık elbiseli kız, fragile, ipekböceği...  hala yazıyor musunuz?
Yazmalıyız bence, her ne kadar yazamasam da aylar geçse de üstünden, beni buralara çağıran bir güdüm var.
Yazmalıyız dostlarım.
Hepinizi çook özledim.

KÜÇÜK AĞA


Şu zamana kadar hiç dizi izlediğini görmediğim oğlum; bir kaç gün önce, 'Küçük Ağa' diye bir diziden bahsediyordu. Şubat tatilinin son günleri tekrarını izledi. Dizinin hangi gün başladığını araştırdı. Ve arkasından her gün 9:00 da yatan Kerem Bey, 'Salı günleri  bu diziyi izleyip yatabilir miyim' dedi.
 Ne diyebilirdim ki?  Tabi ki 'peki' dedim.
Sürekli minecraft adlı bilgisayar oyununu oynayan Kerem, boş vaktinde bir tv dizisi izlemeye hazırlanıyordu. Kerem'in tv izlemesi, üstüne bir de  dizi izleyecek olması hoşuma gitmişti aslında...
Ve ben de bir dizilik vakit yaratmaya karar verdim kendime. Amaç oğlumla paylaşımlarımızın sayısını arttırmaktı.Anneliğim tuttu.
1.bölümün tekrarını açtım. Önden izleyeyim, 2. bölüme hazırlanayım dedim. Bu dizi nedir, neyin fesidir derken, ben ŞOK. Şok üstüne şok. Küçük Ağa, 'Öyle bir geçer zaman ki' dizisinden tanıdığımız sevimli Osman ama, bu çocuk, bir cinayete mi tanık olmuyor, suçlular bunu fark edince Küçük ağayı takip mi etmiyor, evde tek başınayken, bu çocuğu kaçırmaya mı gelmiyorlar, çocuk annesine ve babasına bir türlü ulaşamıyor ve çareyi, evden bir şekilde kaçmakta buluyor. Kaçarken kendini Harem otogarında buluyor. Aklına Urfa'daki ağa olan dedesi geliyor.Urfa otobüsüne biniyor. Katiller onu görüyor. Küçük Ağa otobüsten inip saklanıyor. Bileti de almış. Son anda bagaja atlayıp gidiyor.
Travma üstüne travma çocuğun yaşadıkları...
Orada dedesine ulaştırıyorlar çocuğu. Çocuğun imgeleminde sürekli cinayetin işlendiği anın görüntüsü... Ve daha akla mantığa zararlı bir sürü şey....
Kerem, şu yaşına kadar korku nedir bilmedi. Evde bir başına kalmak istedi. Tamam dedik. Kendi başına yattı. Hayalet terimi ona hep komik geldi. ''Anne, adı üstünde 'hayal et' diyoruz'' diyen oğluma, ya yepyeni bir duygu hakim olmaya başlarsa endişesi içerisine girdim.
Bi de Kerem artık büyüyor. Hayatın gerçekleriyle eninde sonunda yüzleşecek, her şeyi toz pembe gördüğünü bilerek ona siyahı tanıtmamak bu saatten sonra bir hata mı? Kendisinin o küçücük  sanal dünyasının içinden çıkamadığı için rahat olmam, ona yapacağım bir haksızlık olmaz mı?
Ben anneyim. Evet, Anneliğimin 9. yılına girmeme rağmen, farklı bir duygu hakim bu aralar. Biraz farklı düşünmeye başlıyorum sanki. Çünkü o büyüyor. Ona sürekli korumacılık yapan bir anne olmak istemiyorum. Hayatın gerçeklerini öğrenecek. Arkadaşlarından, televizyonlardan, gazetelerden... Ama şöyle kendime bakıyorum. Haberleri izlerken sürekli, kocama 'kanalı değiştir' modundayım. İntihar haberleri, cinayet haberleri, tecavüz haberleri... Ve düşünüyorum. Kerem bu haberlere hiç şahit olmadı. Bu 9 yıl boyunca rengarenk bir hayat tanıttım ona... Ve şimdi siyahı da görmesine izin vermeli miyim?
Off, bunca işim gücüm var iken, hepsini bir kenara atmakmış galiba annelik... Buna vakit ayırıp, aylardır yazmadığım bloguma yazmakmış...
Uzun lafın kısası  ne yapmam gerek? Hadi bana akıl verin.

PAYLAŞTIKÇA BÜYÜYÜN.


 Notlar, sözler, anılar, şiirler birikmeliydi bir yerlerde...
Defter tutmaya başladım. Yazmayı öyle çok seviyordum ki; günlük tuttum. Yazmayı çok seviyordum ancak, blogda yazmanın bu kadar keyifli olduğunu tahmin etmiyordum.Yazmaya başlayınca tahminlerimin de ötesinde sevdim bu blog dünyasını...
 Blog, bloggerların ayrıntılı tarafı aslında. Blog, yazarın içini açtığı, mutluluğunu paylaştığı, üzüntüsünü anlattığı, siyah, beyaz ya da renkli kelimelerin  sayfalarda dans ettiği, anlam kazandığı bir mekan bana göre.Duyguların paylaşıldığı, içine daha çok duygunun katılıp, harmanlandığı renkli bir dünya...


Bloglar arası gezinirken, benim en çok dikkatimi çeken detay;  bloggerların ruh hali... Blogger  bunu sayfasında yansıtıyor bizlere. Yazının uzunluğu, kısalığı, kullandığı yazı stili, renkler, yazı ebatı, bilgi mi yoksa düşünce blogu mu gibi özelliklerin hepsi, bloggerin dünyasını aksettirmekte... Hatta, yazdığı andaki ruh halini... Mutlu mudur, mutsuz mudur? Hızlıca mı yazmıştır, düşünerek mi? Önemsemiş midir, O gün sayfası boş kalmasın diye mi yazmıştır? Detaylar saklanamaz bu dünyada...

Bazı blogger arkadaşlarımı takibe alıyorum, yazsınlar diye bekliyorum adeta. Çok hoşuma  gidiyor hayata karşı dik duruşları, esprili anlatımları. Bekliyorum 5 gün 10 gün 15 gün... Bakıyorum tık yok. Okumaya geldim, yazar yok. Hani böyle güzel yazıyorsun madem, hele bir de blog açmışsın. Neden yazmıyorsun?
Eğer bu konuda üretebiliyorsan üretmelisin.
Topluma faydalıdır aslında her yazı. Çünkü düşünceler vardır içinde, yazana özeldir, onun beynini körükleyen,  kalbe kadar giden bir yolda  dökülmüştür kelimeler sayfaya. Değerlidir o yüzden. Çünkü bir yazar vardır onu yazan. Bir insan vardır duygularla dolu. Okuyan, mutlaka bir şeyler öğrenir. Bir insanın gölgesini görür en başta okuyucu.
Yeni teknolojiler, maalesef bizleri tembelleştiriyor, artık hepimiz google'i açıp, buluyoruz aradığımızı. Bu yanlış mı? Değil, ancak, üretme ruhumuz da körelmekte, her şeyin yanıtını,  arama motorlarından bulmaktayız. Bu üretici tarafımızı körleştirmeden, fosilize olmadan uyabilsek teknolojiye! Ne güzel olurdu...Topluma faydalı olmak istiyorsak,  üreten olmalıyız. Birilerinin bilgilerinden bugün siz yararlanmışsınız, yarın O da sizin bilgilerinizden yararlanmış. Kötü mü?
Kendini ifade edebilen insanlar mıyız peki? Değilsek, bunu üstesinden de yazarak gelebiliriz. Zamanla, ifade yeteneğimizin arttığını, yazmayı sevmeye başladığımızı görebiliriz...
Aynı dilden konuştuğumuz insanların varlığını hissetmek güzel bir duygu değil midir?
Blog kardeşliği nedir peki? 
Öyle güzel dostluklar, fikirdaşlıklar kuruluyor ki; inanın bu sanal dünya, çok daha gerçek. Bakıyorsunuz; sizi çok daha iyi anlıyorlar, çok daha iyi tanımaya başladıklarını görünce; tamam diyorsunuz. Kendimi ne güzel ifade etmişim. Bu dünya aslında gerçek olan dünya.
 Asıl sanal olan 'gerçek dünya' bana göre... Çünkü gördüklerimiz, bizim yanılgıya düşmemize neden oluyor. Güzelinden rahatsız olan mı dersin, iyisini taşlayan mı? Kimsesizi ezeni mi, çıkar doğrultusunda hareket edenleri mi?  Bunların hiç birisi yanıltmıyor seni blogda, ruhunu tanıyor sayfanda gezinen.'Gerçek sen'i seviyor. Cisminden ziyade, beynini çözüyor ön yargısız.Güzel misin, çirkin misin, kimli mi kimsesiz mi? Burada herkes bir yalnız. Bu da bloglar arası samimiyet, işbirliği, paylaşım gibi duyguları, gözler önüne seriyor.

Yazabilen, kendini daha güzel ifade etmek isteyen, üretici olmak isteyen, paylaşmayı seven tüm gençler bu dünyada bir yer edinmeli diyorum. Sizi ön yargısız tanımak isteyen kişiler var bu sanal denen gerçek alemde.
Paylaşın, paylaştıkça büyüyün, büyütün.
Yeter ki samimi olun.



CANDY CRUSH SAGA











İnanamıyorum!
Hayatımızı mahvettin haberin var mı?
Kocamla benim sayemde tanıştın. Önceleri benim iyi bir dostumdun. Sonra kocam da seni sevmeye başladı.Sevindim.Bolca seviye atladık seninle, maalesef evliliğimizde de seviye atladık candy crush saga...
Kocam boşluk yaratmaya başladı senin için.Dilinden gözünden düşürmez oldu seni. Zamanı değil; ama bakıyorum seninle, çocuklar çağırıyor, senden vazgeçemiyor, işte o dönem bize de seviye atlattın maalesef...
 Her zaman gereksiz bulduğunu, bu tür şeyleri zaman çalıcı olarak gördüğünü söyleyen annem bile, bizi çok defa candy crush tan ayırmak istemesine ragmen, bu nasıl bir büyüdür dedi ve o da o büyülü şekerlerin içinde kaybolmaya karar verdi. Renkli dünyaya dalmanın bizi candyden ayırmaktan kolay olduğunu düşündü sanırsam... 
İşte böyle!..
Şu anda anamı, babamı, bacımı, kocamı kaybetmiş durumdayım. Ha bunların hepsini candy crush ayartmadı tabi. Ama elimdekileri benden çaldı...
Kocama resti çektim. Bu şekilde devam ederse, kapıyı çarpıp arkadaşıma gidebileceğimi söyledim. Ben artık bu oyunu sevmiyorum.Sen de sevmeyeceksin dedim. Cevap vermeden oynamaya devam etti. Baktım. O anda hiç bir şey yapamayacağım.Şöyle dedim. Eğer, yarından itibaren telefonu elinde gördüğüm anda, ben de akşam vakti evden çıkıp Meltem'e gideceğim. Kahve muhabbeti yapmaya... Yarından itibaren diyerek düşünme payı bıraktım araya...
Ve telefonu aldım, mutfağa geçtim, annemi aradım.
-Ne yapıyorsun canım? dedim.
-Şeker kız Candy de level atladım dedi....
Not:
Çeşit çeşit renkli şekerlerin olsa da
Çizgiliyle paket bomba etkisi yapsa da
Çektiğim rest kadar olamazsın
Benim bombadan büyük olamazsın... diyor, yarını bekliyorum efenim, 
herkese sevgiler,  kaliteli saatler dilerim...





BU GECE EVLENİYORUM:))

Bu gece bi daha evleneyim bari, mimlenmişim. İstemem yan cebime koy misali:)
1800 lerde yaşayan kabarık elbiseli arkadaşım beni mimlemiş. İşim gücüm var dedim ,yok olmaz dedi. Hani mim konusu da öyle böyle değil. Kına gecesi ve düğün hayalimi yazmam isteniyor.Hayalimdeki kına ve düğün. Aslında ben evliyim dostum. Ama çok ısrar ettiğin için, bi şeyler parçalayacağım.;))) Yalnız senin o en son koyduğun gibi, damat fotosu  koymayacağım. Niye diye sorma!!!
 Ben alaturka  yanı da olan bi kadınım, tabi,  bi bindallı giymek isterim kına gecesinde...
Bunlar da, olmazsa olmazlar:)



Gelelim düğüne;




Şimdi soracaksın tabi, 'sen düğününde bunları mı yaptın?'
Bi on yıl öncesinde gelinlik tam bir fiyasko olmuştu, İstanbul'u bu kadar sevmezdim. Gelin arabası sadece bir gereklilikti benim için. Ve o dönemler bile, bir kadının bir erkeğe göre, düğün ile ilgili pek çok düşüncesi olduğunu öğrenmiştim. Ve şimdi bakıyorum da, kadınlar değişmiyor, aksine kadının hayal dünyası anlaşılmaz bir sonsuzluğa doğru yol alıyor:)))

Araba nasıl olmalı?

Şaka bi yana,
Dünyaya 10 defa gelsem, 10 defasında da kocamla evlenmek isterdim :)))

2.LEVEL

Oğlum okula başladı. O da artık birinci sınıf oldu, okumayı az buçuk biliyordu, artık O da yazacak, okuyacak, okur yazar olacak. Ben de en az onun kadar heyecanlıyım, belki de ondan fazla...
O daha hayatının dönüm noktası olacak bu sürece adım attığının farkında değil. Artık okula hazır, büyük kasları gelişti, küçük kasları gelişmek için sabırsızlıkla bekliyor. Artık o bir okullu.
Yeni girdiği bir ortamda, sınıfta rahat mı, diğer çocukların oynadıkları oyunlara rahatlıkla katılabiliyor mu, ağlamadan isteklerini dile getirebiliyor mu,grup kurallarına uyabilecek mi, sevdiği insanlarla eşyasını paylaşabilecek mi sorularının cevabını her anne gibi ben de merak ediyorum ve doğrusu bilmiyorum, bildiklerim sadece sınıf kapısının üzerindeki küçük bir pencereden gördüklerimden ve öğretmeninin anlattıklarından ibaret.
Küçük iç dünyasının sesini her anne gibi, ben de duymak isterdim. Heyecanlanmalarını, korkularını, sevinçlerini, hüzünlerini ve daha bir çok şeyi...